3 Aralık 2019 Salı

Borçlanma


Yıl 1828...
Osmanlı Devleti bu tarihe kadar hiç dış borç almamış, kendi yağıyla kavrulmuştur. Ancak, Osmanlı-Rus Savaşının ardından Ruslarla antlaşma imzalamış ve antlaşma gereği Rusya’ya ağır bir savaş tazminatı ödemeye mahkûm olmuştur.
Tam bu esnada İngiliz ve Fransız sermaye sahipleri bu durumu fırsat bilerek, İngiliz Hükümeti aracılığı ile Osmanlı Devleti’ni borçlandırma gayreti içerisine girmişlerdir. Bunun içinde David Urquhart isimli İngiliz diplomatı bu konuda görevlendirilmişlerdir.
Kendisine verilen emir, mutlaka Osmanlı Devleti’ne borcun kabul ettirilmesi şeklindedir. Urquhart, İstanbul’a gelir ve Maliye’den sorumlu Bakan olan Akif Paşa ile görüşür.
İngiliz diplomatın bütün ısrarlarına rağmen Akif Paşa, borçlanmayı red eder ve şu cevabı verir: “Ülkem Rusya’ya karşı bir savaş tazminatı ödeyecektir ama bunun için dış borç almayız. Teklif ettiğiniz borcu almak yerine, biz, halkımıza müracaat ederek fedakârlık isteriz. Ama onların etiyle, dişiyle, tırnağıyla kazandığı paraları size faiz olarak ödeyemeyiz, çünkü bizim dinimiz gelecek nesilleri borçlandırmayı men etmiştir.”
Urquhart, dış borcu kabul ettiremeden ülkesine geri döner. Osmanlı direnmiştir. Ne var ki, 1853’teki Kırım Savaşı sırasında İngiltere ve Fransa Osmanlı’nın yanında Rusya’ya karşı savaşı girince, bunu fırsat bilerek Osmanlı’yı borçlandırmıştır. Ve ilk borç 1854 yılında alınır. Aynı yıllarda Dolmabahçe Sarayı’nın inşaatı devam etmektedir. Türkiye’de ilk grev de, bu sarayın inşaatında çalışıp da ücretini alamayanların yaptığı grevdir.
Bir yandan savaşın getirdiği ağır yük, bir yandan da lükse olan düşkünlük borçlanmayı hızlandırmıştır. Bugünkü bankaların yerini alan Galata Sarrafları’ndan yüklü miktarlarda borçlar alınmaktadır. Bunlardan alınan borçlar ileride devleti hayli zor duruma sokacaktır.
Öyle bir noktaya varılmıştır ki, bugün ülke ekonomisine el koyan IMF gibi o günde adından başka her şeyi Osmanlı olmayan Osmanlı Bankası kurularak, Merkez Bankası gibi Osmanlı ekonomisini idare etmeye başlamıştır.
Sonrası zaten hepimizin malumu. Borç sarmalı katlanarak artmış ve Osmanlı bitmiştir.
Ve Türkiye Cumhuriyeti kurulur. Kurucu irade o yokluk yıllarına rağmen Osmanlı’nın borçlarını temizlemeye uğraşır.”Asla yabancılardan borç almayacağız. Dışarıya sattığımızdan daha fazla mal almayacağız.” anlayışı hâkim kılınmaya çalışılır. Bazı yalpalamalar olsa da bu süreç 1954 yılına kadar devam eder.
Fakat ne olduysa bu tarihten sonra olur, Türkiye, kendini bir anda yine IMF’nin kapısında borç aramakta bulur. Osmanlı’yı borç batağına sürükleyen zihniyetin takipçileri iş başındadır, artık. Borçlar alınır, borcu ödemek için yine borç alınır; borç faizlerini ödemek için yeni borç alınır.
Bugüne geldiğimizde.. Ne hazindir ki, bu ülke, Osmanlı’yı iflas durumuna getiren anlayışın takipçilerinin elinde, 300 milyar dolar iç ve dış borcu olan, aynı zamanda savurganlığın en ileri aşamada yaşandığı bir ülke haline gelmiştir. IMF’ye en borçlu ülke konumundadır.
Ekonomik bağımsızlığı olmadığı gibi siyasi bağımsızlığı da olmayan bir ülke haline gelmiştir.
Dolayısıyla bu gidişat, Namık Kemal’in ta o günlerde ülkenin yıkılacağını haykırması gibi bir durum arz etmektedir. Dostları kendisine ‘Üstad, hep memleket elden gidiyor, yıkıldı, yıkılacak diyorsun ama şu kadar zamandır hiç bir şey olmadı” diye itiraz edince cevabı şu olur: “Beyler, bu Mehmet Ağa değil ki akşam vefat etsin, sabahleyin dört adet Müslüman, cenazesini omuzlarına alıp götürüp defnetsin. Müsaade edin de 600 yıl yaşayan bir devletin 50 yıl da can çekişmesi sürsün.
Tarih, Namık Kemal’i haklı çıkardı. 1888’de vefatından tam otuz yıl sonra, 1918’de Osmanlı Devleti tarih sayfalarında yerini aldı. 
Bunları söylerken devletimizin yıkılma tehlikesi ile burun buruna olduğunu ima etmiyoruz. Ancak can havli içerinde olduğunu söylemeye çalışıyoruz. Herhalde buna da hakkımız var. Niye mi?
Eğer bugün kredi notumuz düştü diye ödümüz kopuyorsa,
Eğer işsizlik had safhada ise,
Eğer milyonlarca insan asgari ücretle geçinmeye mahkûmsa,
Eğer yığınla insanımız sosyal güvenlik kapsamının dışında ise,
Eğer devletin topladığı vergi gelirlerinin tamamına yakını birkaç ailenin idare ettiği holdinglerin kasasına iç borç faizi olarak giriyorsa,
Demek ki, bir yerlerde sorun var, ciddi sıkıntılar var. O halde, hastanın ölebileceğine inanmamız için ille de son halini görmemiz gerekmez.
Özetle, gemi batarsa hep birlikte helâk oluruz. Yoksa tefeci, faiz adı altında bizlerden gelen kazancın bitmesini istemez. Hele de durumunuzun iyi olmasını asla istemez. Zira borçlarınızı hiç ödeyemeyecek duruma düşerseniz bile, karşılığı sağlamdır. O zaman çeşitli nedenlerle yolumuzun düştüğü tefecilerden yakamızı kurtarmamız gerekir. Hem de bir an önce!

Necmettin Çakmak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder